Yönetmen Kathryn Bigelow Nisan sonunda düzenlenen Tribeca Film Festivali’ne bir sanal gerçeklik projesi ile katıldı. Yönetmene sanal gerçekliği denemek için neyin ilham kaynağı olduğu sorulduğunda, “Bunun basit bir cevabı var, empati” olarak yanıt vermiş. Ayrıca Bigelow şunu ekliyor: “Film empati yaratmaz demiyorum, tabi ki yaratır”. Ancak Bigelow ve yardımcı yönetmeni Imraan İsmail, geleneksel sinemanın yapamadığı bir samimiyeti sanal gerçeklikle sunabildiklerini düşünüyorlar.
Bigelow’un “The Protectors: Walk in the Ranger’s Shoes” isimli belgesel filmi, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nde nesli tükenmekte olan filleri koruyan görevlilerin hayatını anlatıyor. Yönetmen filmi bu görevlilerin az bilinen hayatlarına ve nesli tükenmekte olan Afrika fillerinin durumuna empati kurmamız için tasarlamış. Sanal gerçeklik son birkaç yıldır bir “empati makinesi” olarak farklı yaratıcı kesimlerden ilgi görmeye başlamış durumda. Ancak film yapımcıları ve geliştiricileri, bu terimin ötesinde kullanımlar geliştirmeye çaba sarfediyorlar.
“Empati makinesi” teriminin çıkış noktası, ünlü sinema eleştirmeni Roger Ebert gibi gözüküyor. Fakat 2015 yılındaki bir TED Talk etkinliğinde terimi kullanan film yapımcısı Chris Milk, sanal gerçeklik icin bu kavramı tam olarak yerine yerleştirdi. Sanal gerçekliği bir empati makinesi haline getiren deneyimler, normalde izleyicilerin yaşama fırsatı bulamayacağı savaş, hastalık veya diğer acı çekme biçimlerini anlatan örnekler oluyor. Bu türün ilk öncülerinden gazeteci Nonny de la Peña, 2012 yapımı sanal gerçeklik kısa filmi “Hunger in Los Angeles” ile dikkat çekmişti. Bu film, bir yiyecek sırasında bilincini yitiren diyabet hastası bir erkeği sanal gerçeklikte izlememizi sağlıyordu. Film gerçekte yaşanmış bir olayın üç boyutlu şekilde yeniden üretilmesi şeklinde hazırlanmıştı.
The Verge sitesi, sanal gerçeklik içeriği üreten yenilikçi yapım stüdyolarından Here Be Dragons’ın, Tribeca 2017 için bu kalıba uyan iki film ürettiğini belirtiyor: Birincisi daha önce bahsedilen “The Protectors” ve diğeri de bir Nazi toplama kampının yıkıntılarını yeniden canlandıran “The Last Goodbye”. Fakat stüdyonun kurucu ortağı ve başkanı Patrick Milling-Smith “empati makinesi” kavramını sevmiyor. Her ne kadar sanal gerçekliğin empati yarattığı konusuna katılsa da, Milling-Smith kavramın kendisinin fazla kullanılmaktan aşındığına inanıyor.
Yönetmen Jennifer Brea, kronik yorgunluk sendromu çektiği dönemde hastanede geçen zamanını anlattığı belgeseli “Unrest”in sanal gerçeklik versiyonu ile festivale katılmış. Filmin yapımcılarından Amaury La Burthe ise filmin empatiyi tetiklemek üzerine inşa edilmediğini söylüyor. La Burthe amaçlarının, Brea’nı yaşadığı zorlukları daha gerçekçi şekilde anlatabilmek olduğunu savunuyor ve “empati makinesi” kavramından hoşlanmadığını da ekliyor. Benzer şekilde mültecileri gösteren sanal gerçeklik videolarının etkili olmadığını ve empati yaratmaktan uzak olduğuna da inandığını açıklamış. Bunun yerine iyi çekilmiş normal bir belgeseli tercih ettiğini ifade ediyor.
Sanal gerçeklik sahiden de bir empati yaratma becerisine sahip olsa bile, bu kavramın kolaylıkla kötüye kullanılabileceğini de görmek mümkün. Belki de henüz sanal gerçekliğin potansiyelini tam olarak keşfetmemiş olmamızla da ilgisi olabilir. Gelecek yıllarda bu teknolojinin hem ticari, hem de sanatsal alanlarda nasıl kullanılacağını takip etmek gerçekten de çok ilginç olacak.